Tarih: 13.04.2022 00:34

Manisa İl Müftülüğü 2022 Ramazan Sayfası-12

Facebook Twitter Linked-in







13.04.2022 Çarşamba (12 Ramazan 1443) Hazırlayan: Sebahattin GÖKSU / İl Vaizi

Günün Ayeti:

“Ey İman edenler! Kazandığınız şeylerin ve yerden sizin faydanız için bitirdiğimiz ürünlerin temiz ve güzel olanlarından Allah yolunda harcayın. Siz göz yummadan, içinize yatmaksızın almayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkmayın. İyi bilin ki Allah, her şeyden müstağnidir, asıl hamde lâyık olan O'dur.” (Bakara, 2/267)

Günün Hadisi:

“Yalnız şu iki kişiye gıpta edilmelidir:
Biri, Allah’ın kendisine verdiği Kur’ân ile gece gündüz meşgul olan kimse, diğeri, Allah’ın kendisine verdiği malı gece gündüz harcayan kimse.” (Buhârî, Temennî 5, Tevhîd 45; Müslim, Müsâfirîn 266, 267. )

Günün Duası:   

“Ey Rabbim, Ey diri ve Kaim olan, Ey celal ve ikram sahibi! Ey büyük (azim) olan arşın sahibi, senden beni helal ve hoş bir rızk ile rızıklandırmanı istiyorum, senin rahmetinle ey merhametlilerin en merhametlisi!”

Günün Makalesi:

ZEKAT, FITIR VE İNFAK AHLAKI / Osman DEMİRCİ / Soma İlçe Vaizi
İnsanoğlu, Allah-ü Teâlâ’nın “biz insanoğlunu en güzel bir biçimde yarattık” (Tîn Sûresi, 4) buyurarak tarif ettiği varlık. Bu sebepledir ki Yüce Rabbimiz  “Ayrıca O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden bir lütuf olarak emrinize vermiştir. Bütün bunlarda düşünenler için işaretler vardır.” (Casiye Sûresi, 13) buyurarak yaratılmışları insanoğlunun hizmetine ve kullanımına vermiştir. İnsanoğlunun yaratılışındaki güzelliği muhafaza edebilmesi, sahip olduğu bunca nimetten dünya hayatında hayır görebilmesi ve ahiret yurdunda da kurtuluşuna vesile kılabilmesi için en önemli unsur, nimeti verenin Allah (c.c.) olduğunu unutmamasıdır. Mülkün sahibinin Allah (c.c.) olduğunu, biz ise sahip olduklarımızın sadece emanetçisi ve bir süre için kullananı olduğumuzu unutmadığımızda yaratılış gayesinin sırrına mazhar oluruz.
İşte mülkün sahibi olan Allah-ü Teâlâ, kullarından, kulluklarının gereği olarak, kendilerine emanet olarak verdiği mallardan belirli şartlarla ve zamanı geldiğinde zekat, sadaka, fitre ya da fidye gibi ibadetler yoluyla infak etmelerini istemektedir. Böylelikle insanoğlu kendi kullanımında olan mülkün gerçek sahibinin Allah (c.c.) olduğunu unutmamaktadır. Yüce Rabbimiz her yıl farz olan zekat ibadetiyle, vacip olan fitre ve oruç tutamayan kişilerin verdiği fidye ile ve sünnet olan sadakalarımızla bu gerçeği bizlere hatırlatmaktadır.
Bizler mülkün gerçek sahibinin Allah (c.c.) olduğunu bu ibadetlerle yer yıl hatırlarız. Böylelikle mallarımız üzerinde gerçek tasarruf sahibinin bizler değil, Rabbimiz olduğunu hatırlarız. Çünkü Allah (c.c.) “ol” deyince oldurandır. Sahip olduklarımızı tek bir “ol” emriyle bizden alma kuvvet ve kudretine sahip olandır. Mü’minler bu gerçek ile hayatına devam eder ve iman ve itaatini devam ettirirler. Bu gerçeği unutması insanoğlunun helak olması için yeterli bir sebeptir. Tıpkı bunu unutan “Karun” gibi.
Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de Karun’un düştüğü bu hatayı bizlere şöyle bildiriyor;
“Kārûn Mûsâ’nın kavmindendi. O, gücüne dayanarak onlara haksızlık etmekteydi. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki sadece anahtarlarını güçlü kuvvetli bir ekip bile zor taşırdı. Halkı ona şöyle demişti: “Sakın şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah’ın sana verdiğinden âhiret yurdunu kazanmaya bak ve dünyadan nasibini unutma! Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de insanlara ihsanda bulun. Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışma! Şüphesiz Allah bozguncuları sevmez.” Kārûn, “Bu serveti sahip olduğum bilgi sayesinde elde ettim” diye karşılık verdi. Bilmiyor muydu ki Allah ondan önceki kuşaklardan, ondan daha güçlü ve daha çok servet biriktirmiş kimseleri helâk etmişti. Ama suçluluğu kesinleşmiş olanlara artık günahları sorulmaz! Kārûn gösterişli bir şekilde kavminin karşısına çıkardı. Dünya hayatını arzulayanlar, “Keşke Kārûn’a verilenin bir benzeri bize de verilseydi! Doğrusu o çok şanslı!” derlerdi. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle derlerdi: “Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler yapanlar için Allah’ın mükâfatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.” Sonunda biz onu ve evini barkını yerin dibine geçirdik. Artık Allah’a karşı ona yardım edecek adamları olmadığı gibi, kendi kendini kurtarabilecek durumda da değildi. Daha dün Karun’un yerinde olmayı isteyenler bu defa, “Yazıklar olsun bize! Demek ki Allah rızkı kullarından dilediğine bol bol, dilediğine de ölçülü veriyormuş. Allah bize lutufta bulunmuş olmasaydı, bizi de mutlaka yerin dibine geçirmişti. Vah ki vah! Demek inkârcılar iflâh olmazmış!” der oldular.” (Kasas Sûresi, 76-82)
Karun’un hatasını yapmamak için ise Hz. Osman (r.a) gibi olmak gerekir. O, Medine’de Hz. Ebubekir’in (r.a) halifeliği döneminde büyük bir kıtlık gösterdiğinde Şam’dan büyük bir buğday kervanı getirtmişti. Kendisinden buğdayı bire üç, bire dört, bire yedi kâr ile satın almak isteyenlere “sizden daha fazla veren var” diyerek reddediyordu. Tüccarlar durumu halife Hz. Ebubekir’e şikayet edince, konunun aslını öğrenmek üzere Hz. Osman’ın yanına gelen halifeye Hz. Osman şöyle demişti: “Ey Resûlüllah’ın halifesi! Bunlar benim bir menne buğdayımı 7 dirheme satın almak istiyorlar. Yani, bire 7 veriyorlar. Halbuki, ben onu, bire 700 veren birine satmak istiyorum. Yüce Allah, her bir hasenata karşılık 700’e kadar ecir ve mükâfat vereceğini va’detmiyor mu? Böyle kârlı bir ticaret varken, ben ne diye malımı onlara satayım.”
Bugün Karun’un düştüğü hataya düşmemek ve Hz. Osman (r.a) gibi kazananlardan olmak için müminler olarak bizlere düşen, mülkün gerçek sahibini ve emrini unutmadan, başa kakmadan, eksilir korkusu yaşamadan mallarımızdan zekat, fitre, fidye ve sadaka yoluyla Rabbimiz yolunda infak etmektir. Ne mutlu bu gerçeği unutmadan bu gerçek ile yaşayanlara.

Günün Fetvası:  

 Ticaret veya yatırım amaçlı alınan taşınmaz mallar için zekât vermek gerekir mi?

Ticaret maksadıyla elde bulundurulan taşınmaz mallar zekâta tâbidir. Kişilerin ticarî amaçlı olarak alıp sattıkları taşınmaz mallar da bu kapsamda yer alır. Buna göre, büro ve mesken gibi kullanım amaçlı olmayıp alıp satmak amacı ile kişilerin ellerinde bulundurdukları taşınmazların, bir yıllık borçları çıktıktan sonra değerleri nisap miktarına ulaşmış ve üzerinden bir yıl geçmiş ise kırkta bir (% 2,5) oranında zekâtının verilmesi gerekir (Kâsânî, Bedâî’, II, 20).
Ticaret veya yatırım amaçlı yani daha sonra değerlenince satmak üzere alınmış olan taşınmazların zekâtları her yıl piyasa değerleri üzerinden verilir. Ev, dükkân, tarla veya bağ-bahçe yapma niyetiyle satın alınan arsalar ise zekâta tâbi değildir.



Esma-ü’l-Hüsna:

Semî’:
Sözlükte “işitmek, duymak, bir dileği kabul etmek, anlamak; duyurmak” mânalarındaki sem‘ kökünden türeyen semî‘ “işiten” demektir. Allah’a nisbet edildiğinde “işitilmeye konu teşkil eden her şeyi işiten” diye açıklanır. Allah’ın işitmesi kulak gibi bir organa veya araca bağlı değildir (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “smʿ” md.; Lisânü’l-ʿArab, “smʿ” md.).

Basîr: “Görmek, bilmek ve sezmek” anlamındaki basar kökünden türetilmiş bir sıfattır. Kur’ân-ı Kerîm’de elli bir âyette geçmekte olup bunların kırk birinde Allah’ın sıfatlarından biri olarak kullanılmıştır. Basîr kavramı esmâ-i hüsnâdan biri olarak “görmeye konu olan şeyleri bütün özellikleriyle idrak edip gören” şeklinde tarif edilebilir.

Ramazan Sözlüğü:


DİŞ KİRASI

Diş kirası, eski Ramazanlarda iftara gidilen saray ve konaklarda misafirlere verilen hediyeler için kullanılan bir tabirdir.
Osmanlılar Ramazan ayında hem evlerinin hem de kalplerinin kapılarını sonuna kadar açıyorlardı. İftar saati kapıyı kim çalmışsa kesinlikle geri çevirmezlerdi. Hem zenginler için hem de ihtiyaç sahipleri için sofralar kurulurdu. İftarın ardından ise ev sahibi, yemeğe gelen misafirlerine “diş kirası” ismi altında hediyeler sunardı. Osmanlı’nın nezaketini gösteren diş kirası günümüzde unutulmaya yüz tutan Ramazan gelenekleri arasında yer alıyor.
Bu, dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayan bir hususiyettir. Ecdadımızın ne kadar ince düşündüklerini, İslam ahlakını ve terbiyesini ne kadar derinden yaşadıklarını gösteriyor. Bu hediye umumiyetle paradır ama altın ya da gümüş de olabilmiştir. Bazı kaynaklarda, Fâtih Sultan Mehmed’in vezîriâzamı Mahmud Paşa’nın tertip ettiği ziyafetlerde pilâv içine altın paralar koydurduğu belirtilmektedir.

Bir Kıssa:

Cafer b. Ebu Talib'in oğlu Abdullah, sıcak bir günde, bir kabilenin hurmalığına inmişti. Abdullah burada dinlenirken, hurmalıkta çalışan köleye, yemek vakti üç parça ekmek geldiğini gördü. Adam ekmeklerden birini ağzına götürmek üzereydi ki, birden önünde açlığı her halinden belli bir köpek belirdi.
Köle elindeki ekmeği köpeğin önüne attı. Köpek ekmeği derhal yedi. Köle ekmeğin ikinci parçasını da attı. Köpek bunu da bir kerede sildi süpürdü. Köle bunun üzerine üçüncü parçayı da köpeğe verdi. Kalkıp, yeniden işine dönmek üzereydi ki, olup biteni uzaktan seyreden Abdullah, yaklaşıp sordu:
'Ey köle, bugünkü yiyeceğin ne kadardı?'
Köle sıkılarak cevap verdi: - 'İşte bu üç parça ekmek.'
'O halde neden kendine hiç ayırmadın?'
'Baktım ki, hayvan çok aç. O halde bırakmak istemedim.'
'Peki sen ne yiyeceksin şimdi?'
'Oruç tutacağım.'
Bunun üzerine, Abdullah b. Cafer, köleden sahibini, evinin nerede olduğunu sordu. Sonra da gidip adamdan bu hurmalığı içindeki köleyle birlikte satın aldı. Sonra döndü, köleye bu tarlayı ve onu sahibinden satın aldığını söyledi ve ekledi:
'Seni azad ediyorum. Bu hurmalığı da sana hediye ediyorum.'
Kendisine; 'Ama o köpeğe topu topu üç parça ekmek vermiş; sense ona koskoca bir hurmalığı ve hürriyetini vermişsin' dediklerinde, şu karşılığı verirdi:
'Ama o elindeki her şeyi verdi; ben ise elimdekinin bir kısmını...!





 


Orjinal Habere Git
— HABER SONU —